Halk Müziği

Ana Sayfa / Ankara Müziği / Halk Müziği
Halk Müziği
2018-05-07
  • Halk müziği yöre oyunlarıyla iç içedir.

    Her yörede olduğu gibi Ankara yöresinde de halk müziği, halkın yaşam biçimini, duygu ve düşüncelerini yansıtan halk bilimi ögelerinden biridir ve çoğunlukla, yöre oyunlarıyla iç içedir. Yöreden yöreye farklı yaşam biçimlerine koşut olarak halk müziği ve oyunları da değişiklikler gösterir. Bu değişiklik oyunların figür ve müzik karakterlerine ve kullanılan halk çalgılarına (sayı veya tür olarak) da yansımıştır.

    Ankara yöresi halk müziğinin temel taşı, Orta Anadolu bozkır yaşam tarzı ile yöre halkının Orta Asyadan taşıdığı yaşam biçiminin ortak ürünüdür, denilebilir. Orta Asya geleneklerin etkisi yöre halk oyunlarında ve seğmenlik töresinde açık olarak görülmektedir.
    Ankara yöresi halk müziğinde bağlama, en başta gelen halk çalgısı olarak göze çarpar. Ayrıca davul, zurna, kaval, zil, kaşık, ada düdüğü, ney, meydan sazı, darbuka ve üç boğumlu dilli kaval da kullanılan diğer sazlardandır.
     
    Ezgi yapısı, yanaşık seslerle tiz seslerden başlayıp, peslere doğru aşamalı bir akış gösterir. Ritmik yapıda iki ve dört zamanlı usuller yaygın olup, yanısıra, dokuz zamanlı usullerdeki türkülere ve ölçüsüz bozlaklara da rastlanmaktadır.
     

    Ankara yöresinde çeşitli ayaklarda türkü, halay, oyun havaları, deyiş, zeybek, karşılama, semah havası, muhabbet (cümbüş) havası, sinsin, güreş havası ve taklitli oyun havası çalınır, söylenir. Bu ayaklardan bazıları garip, bozlak, kerem, yahyalı kerem, misket, kalenderi ayaklarıdır.
     

     Ankara ilçelerindeki halk müziğine bakıldığında şu özellikler dikkati çekmektedir.
     

    Çubuk ilçesinde “cunbuş” denen söyleşi toplantılarında oyun müziği Misket, Ankara Koşması, Zeybek gibi ezgilerden oluşur.

    Kızılcahamam ve köylerinde yöreye özgü türkü söyleme biçimi gözlemlenmiştir. Cümlelerin sonları uzatılır, uzunca bir susmadan sonra türkü yeniden sürdürülür.

    Türkmen kültürünün egemen olduğu Haymana yöresinde Sinsin, Halay, Değnek, Yandım Şeker, Misket, Zabahi oyun müziği türleridir. Bozlak, ağıtlar ve düğün havalarının söylenişi geleneksel olarak sürdürülür.

    Nallıhan, Beypazarı, Ayaş gibi ilçelerin müziği diğer ilçelere oranla oldukça farklılıklar göstermektedir. Bu yörelerde halay havalarına rastlanılmadığı gibi bozlak tipi uzun havalar da yoktur. Görünen en yaygın tür karşılamalardır. 'Meşeli' türküsü aynı zamanda bir oyun havası niteliğindedir. Kadınların def eşliğinde söyledikleri ezgilerle ritm güçlüdür.
     

    Divan

    Divan, Ankara yöresinde çalınıp söylenen bir halk müziği türüdür. Bağlama çalmanın töreye bağlı olduğu Ankara’da en iyi bağlama çalan kimse ortaya yüksek bir yere bağdaş kurarak oturur, ikinci derecede bağlama çalanlar etrafına dizilirler. Bu anda oldukça sessiz olunması adettedir. Önce 'Ağa' teller üzerinde bir gezinti yapar diğerlerine ayak ve düzen verir daha sonrada yalnız başına bir divan söylerdi. Bu divanlar nazım şeklinde olup çeşitlilik göstermektedir. Bu geleneğin son temsilcilerinden Genç Osman bu divanları okumakta büyük bir usta idi. Her ortamda divan okunmaz kendi deyimiyle 'Ham ervah bu incelikten ne anlar' derdi.
     

    Kırat

    Kırat, yöre halkının savaşta gösterdiği kahramanlık öykülerine girmiş, yiğitlere yoldaş olmuş, yiğitle vuruşmuş, onunla birlikte ölmüştür.

     

    Kıratlara örnek olarak vermeyi düşündüğümüz Ankara Kırat'ının öyküsü kısaca şöyledir:

     

    Ankara'da ulaşım kervanlarla yapılırken, kervan sahibi bir ağanın dillere destan bir kıratı varmış. Kervanın konak verdiği yemyeşil kırlarda güzel bir kız edasıyla sekip gezen kıratı gören göçebe çingeneler bir kolayını bulup kıratı kaçırmaya kalkışmışlar. Kırat ise çingenelere karşı koyup başını vermemiş. Birkaçını çiftesiyle yere sermiş. Canı yanan çingenelerden biri büyük bir odun bulup hışımla ata vurarak onu kanlar içinde bırakmış. Bayılan atı çingeneler alıp kaçırmışlar ve o günden sonra kıratın izine rastlanmamış. Bu ünlü Kırat'ın arkasından bir türkü yakılmış:

     

    Kıratın üstüde bir büyük yayla
    Çok ekmekler yedik gel helal eyle
    Varınca pedere doğruyu söyle
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Ördek uçtu da viran kaldı gönlümüz
    Kırat gitti de nic'olur halimiz
    Nerde kaldı da garip ölümüz
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Şu dereden çağıl gider de kuş gelir
    Bizim develer de dolu gider boş gelir
    Benli kızın da gözlerinden yaş gelir
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Gezdir ağam da gezdir Kırat'ı gezdir
    Belki lazım olur nalını düzdür
    Kargının ucuna arzuhaller yazdır
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Kıratın üstüne ben binemedim
    Sağıma soluma çark gibi dönemedim
    Dostumu düşmanımı ben bilemedim
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Kıratın üstünde bir büyük yayla
    Ne diyim ağalar kaderim böyle
    Kör olası çingan çayıra kondu
    Çayırın ortasında körüğünü koydu
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
    Akşam olur Kırat yimez yemini
    Çakın sikkesin gevsin gemini
    Ben süremedim de çingan sürsün demini
    Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni

     

    Muhabbet Havaları

     

    Muhabbet, daha çok yaşlı ve olgun kimselerin oluşturduğu topluluğa denir. Bu toplantıda içki ve saz bulunur ve sık sık savak verilir. (Bağlama çalan dinlenir) Bu dinlenme aralarında genellikle toplulukta bulunanların en yaşlısı konuşur, diğerleri dinlerler. Tarihe geçmiş öyküler kısa ve tatlı fıkralar anlatılır, söz bitince tekrar bağlama çalınmaya başlanır. Bağlama çalınırken kesinlikle konuşulmaz, bağlama çalan kimseye hiçbir şekilde şunu veya bunu çal diye müdahale edilmez. Muhabbet havalarına sesi uygun olanlar katılırlar. Muhabbet havalarının en ünlüsü örnek olarak aşağıda verilen 'Ankara Sürmelisi' dir.

     

    Sürmelinin kaşlarına mailem
    Ayda bir selamın gelse gailem
    Senin gibi iki dinli değilem
    İki dinli yare kul ettin felek
    Sürmelim giderse ben de giderim
    Sürmelimin yoluna bu canı feda ederim
    Bilmem kaderim de bilmem tecellim
    Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
    İki gider bir ardıma bakarım
    Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
    Ah! dedikçe kara bağrım çekerim
    Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
    Yüce dağ başında kar beyaz beyaz
    Kadir mevlam bir güzel de bana yaz
    Elmadan kırmızı pamuktan beyaz
    Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
    Gidiyorum gidiyorum habarın olsun
    Bahçende güllerin sararıp solsun
    Yeni yar sevmişsin mübarek olsun
    Bir de ben severim canım sağ olsun
    Yarin yadigari bana bir nohut
    Ben ölürsem ruhuma bir yasin okut
    Eğer cenazeme yetişemezsen
    Kabrimin başında ağla bir vakit
    Bülbülü suladım altın tasınan
    Çok günler geçirdim kara yasınan
    Ben seni sevmiştim bir havasınan
    Havası gönlünde kalan meleğim

     

    Oturak Havaları (Kıvrak Zil Havaları)

     

    Muhabbet ve oturak havaları biçim ve içerik olarak birbirinden farklı özellik gösterirler. Oturak aleminde saz ve içkiden başka kadın da olur. Oturak alemleri daha çok genç delikanlılar ve evlenmemiş erkekler tarafından yapılır.

     

    Para ile tutulan kadınlar içki ve meze servisi yaparlar. Bu kadınlar dantelli ve büzmeli gömlekleri üzerine sırmalı, simli işlemeli yelek giyerler.

     

    Saz kırık, kıvrak zil havalarına başlayınca kadınlar ortaya çıkıp, ellerin de ya dökme ziller ya da kaşıklarla oynarlar. İşte bu kıvrak zil havalarından bir örnek:

     

    Havuzun ortasında
    Havuzun ortasında hocaya bak hocaya
    Acep kızlar dir mi ola biz de varsak kocaya
    Kaldır kollarını da oynat parmaklarını
    Gız sana kurban oluram da öptür yanaklarını
    Ak üzümü de koparırlar güz günü
    El hastası değilim ki benimki yar üzgünü
    Kaldır kollarını da oynat parmaklarını
    Gız sana kurban olurum da öptür yanaklarını

     

    Bozlaklar

     

    Bozlak sözcük anlamı olarak 'bozulma', 'beğirme (koç melemesi)', 'bağırma, feryat etme'den kaynaklanır. Bu özellik (ilerde açıklanacak olan) Ankara yöresi Seğmen oyunları figürlerinde olduğu gibi, Orta Anadolu Bozkır iklimine en iyi uyum sağlayan koçla özdeşleşmenin müziğe yansımasıdır.

     

    Aşk, kader, ölüm, gurbet, sıla özlemi, sitem, isyan, ilenç ve üzüntü içeren bozlaklar, çok içli ve ince bir duygu yükü taşırlar.

     

    Bozlaklar, bağlamanın alt tel 'la' orta ve üst telin 're' ye çekilmesiyle elde edilen 'bozlak düzeni ' ya da 'abdal düzeni'yle çalınır. Ancak alt ve orta telin 'la', üst telin 'sol'a çekilmesiyle elde edilen düzende de bozlak çalındığı görülmüştür.

     

    Genellikle tiz seslerden ve yüksek bir ritmle başlayan bozlaklar daha sonra ağırlaşır ve dinleyenleri içeriklerindeki duygu yükünün etkisine alırlar.

     

    Bozlaklar da ağıt ve uzun havalar gibi olay anında akla geldiği gibi söylendiğinden genellikle vezin içermezler, belli bir uyak düzeninde çalınıp söylenirler.

     

    Bozlaklara örnek olarak Ankara'dan Keskin'e giden bir trenin çarpması sonunda ölenlere Keskinlilerin duygularını anlatan 'Ankara'da yedim taze meyvayı' verilebilir.

     

    Ankara'da yedim taze meyvayı
    Boşuna da çiğnedim yalan dünyayı
    Keskin'den de sildirin benim künyeyi
    Söyleyin anama anam ağlasın
    Anamdan gayrısi yalan ağlasın
    Ankara'dan çıktım başım selamet
    Keskin'e varmadan koptu kıyamet
    Nazlı gelin de anam kime emanet
    Söyleyin anama da çalsın nennimi
    Kim alırsa alsın nazlı gelini
    Keskininen Ankara'nın arası
    Arasına da boz bulanık sular durası
    Ne zormuş da anam gönül yarası
    Söyleyin anama anam ağlasın
    Anamdan gayrısi yalan ağlasın
    Trene bindim de tren sallandı
    Zalim doktor da ciğerimi elledi
    İyi olursun dedi köye yolladı
    Söyleyin anama da çalsın nennini
    Kim alırsa alsın nazlı gelini

     

    Ağıtlar

     

    Ağıtlar her zaman hüznü, kederi, bir acıyı ve vakitsiz ölümleri anlatırlar.

     

    Ağıt yakanlar, çok türkü ve ağıt bilen, sesleri güzel ve dokunaklı olan kimselerdir.

     

    Ağıtlar ya olay ile yakından ilgisi olanlar tarafından ya da bu işi meslek edinmiş kimseler tarafından söylenir.

     

    Sayısı pek çok olan bu ağıtlardan tipik ve güzel olan birkaç ağıt örneği vermekle yetindik.

     

    Bunlardan ilki genç yaşta öldürülen ünlü bir efeye yakılan ağıttır.

     

    Yağcıoğlu Efenin Ağıtı

     

    Üç günden beri ahırda hapis kalan kır atı çekti. Üzerine sağrısını renkli püskülleri ile örten işlemeli Osmanlı eğerini vurdu. Ufak namlulu kakma sedefle kaplı mertinini terkisine soktu, kapının önündeki binek taşına kır atı çekti ve bir sıçrayışta binmesiyle mahmuzlaması bir oldu.
    Bir hamlede Erzurum Mahallesini geçti. Maşatlığın altından güneşin battığı tarafa giden tozlu yola çıkıverdi.
    Kır at, bu yolları çok iyi bilirdi
    Bu yollardan bu, kaçıncı geçişiydi
    Yelesini silkti, başını sağa, sola bir iki defa kaldırdı ve rahvan bir yürüyüşle Akköprüyü bir hamlede alıverdi.
    Artık Ankara çoktan arkada kalmış, güneş, son ve ölgün ışıklarıyla Ankara Kalesini koyu bir kızıllıkla tutuştururken, uzaktaki sıra mor dağların ardına gömülüp gidiyordu.

     

    Bu yol Beypazarının Karaşar Nahiyesine uzanırdı. Ama bu sefer ki yolculuk o tarafa değildi. Bu tozlu, ıssız yolun hemen sağında ağaçlar arasında daha ziyade zenginlerin ve ağaların konakladığı küçük iki katlı hanımsı şirin kulube vardı. Yukarıda bir odası, aşağıda da küçük iki odası, arkada bir ahır ve salonda bir peyke ile kavak dallarından yapılmış basit bir masası vardı. Bu küçük misafir haneyi, yaşlı, uzun kır saçlı, yılların kırıştırdığı yüzü, daima gülen Baba Oğuz işletirdi.
    Kırk küsür yıldan beri bu küçük hanı işleten Boğuz ağaların sevgilisi olmuş, adeta Türkleşmişti.
    Kır at, hanın önüne gelince her zamanki gibi uzun uzun kişnedi. Boğuz sesi tanımıştı. Birden koşarak kapıyı açtı. İki kat eğilerek ağayı selamladı, hemen atın geminden tuttu ve kapının önündeki iğde ağacına bağladı.
    Kimdi bu gelen? Bu gelen lalettayin bir konuk değildi.
    Evet bu gelen, o zamanın Ankara’sının meşhur dillere destan efesi, Yağcoğlu Ahmet Ağa idi.
    Ellerini oğuşturarak ağaya yol açan Boğuz
    Efelerin efesi ağam! Hoş geldin; sefalar getirdin, evime şeref verdin! Diyerek onu kapıdan buyur etti.
    Her zaman onun sırtını sıvazlayan hal hatır soran ağanın yüzü bu sefer asık ve neşesi yoktu. Geniş adımlarla yukarıdaki odaya çıktı, köşedeki erkan minderine bağdaş kurup oturdu.
    Boğaz, ağanın canının bir şeye sıkıldığını yüzünden okumuş fakat sual sormak cesaretini kendinde bulamamıştı.
    Onu daha fazla üzmemek, kızdırmamak ve hizmette kusur etmemek için ortada fırıl firıl dönüyordu. Yıllanmış şarapla dolu bir testiyi ve üzeri meze ile donatılmış bir siniyi ağının önüne beş dakikada hazırlayıp getirdi.
    Boğuz odaya girip çıktıkça, ağanın silahlığından çıkardığı gümüş köstekli saatine sık sık, bakışından, onun dönüp gideceğini anlamıştı. Kendi kendine içinden; 'Nedir acaba ağayı bu kadar üzen şey?' diye düşündü yoksa!. İşin içinde bir kadın meselesi mi vardı?' Tecrübeli boğuz yanılmamıştı.
    Yıllardır seviştiği dostu Şahinde’den ağa şüpheleniyordu
    O gün Şahinde’ye iki üç gün için Karaşara gideceğini söylemiş, gece aniden dönüp, içini kurt gibi kemiren şüpheyi söküp atacaktı.
    Ağa durmadan içiyor, tek kelime bile konuşmuyordu. Vakit gece geçmişti. Birden sofralık kalktı ve:
    Boğuz çabuk atı hazırla diye bağırdı. Bu gürleyen sesten derin bir sessizliğe gömülen küçük han sallanır gibi oldu.
    Efe, kır ata atladı karanlıklar içinde uyuyan Ankara'ya doğru gecenin sessizlik ve serinliği içinde dört nala uçar gibi kayboldu.
    Gidişi gibi dönüşünde de kırat bir hamlede şehrin dar ve karanlık sokaklarına dalıverdi. Yüksek kerpiç duvarla çevrilmiş bir kapının önünde durdu. Her zaman olduğu gibi iki ön ayaklarını havaya kaldırarak şahlandı arka ayaklarının üzerinde bir çark yapıp, duvarın dibine yaklaştı.
    Yağcıoğlu bir kaplan çevikliğiyle atın üzerinden duvara atladı; ordan zegaha çıktı ve dev yapılı vücudu ile yapıya yüklendi. Kapı bu acı kuvvete dayanamıyarak ardına kadar açıldı.
    Evet; Yağcıoğlu efe aldanmamıştı. Şahinde’yi yorazı ile basmıştı. Neye uğradığını şaşıran Hacı İbrahim için yapılacak iş kalmamıştı birden ağanın ayaklarına kapandı, yalvardı ve:
    Ağam kıyma gençliğime bağışla affet beni, tövbe, bir daha buralardan geçersem öldür beni.
    Diye yalvardı...
    Ağa ayaklarının dibinde yatan Hacı İbrahim’in bu perişan haline baktı, bir kadın için bir yiğite, kıyamazdı. Bu onun şanına yakışmazdı.
    Kalk! korkak herif kalk! Yiğitlik öldü mü? Be Hey korkak!...
    Delikanlılığın erkekliğin ayaklar altına serildiğini gören efe elinde tuttuğu topluyu silahlığına yerleştirirken:
    Seni bu seferlik bağışladım, eğer bir daha değil benim, adımın dolaştığı yerlerde görürsem ibreti alem için seni öldürürüm dedi ve karanlıklar içinde kaybolup gitti.
    Aradan üç beş ay ya geçmiş ya geçmemişti, şiddetli ve bir kıştan sonra bahar gelmiş, Ankara'da her yerden bahar fışkırıyordu.
    Yağcıoğlu o gün içinde garip anlıyamadığı bir sıkıntı ile uyanmıştı.
    Gizli bir el sanki yüreğini sıkıyor, içi daralıyor, şimdiye kadar duymadığı hissetmediği bir sıkıntı, boğazına gelip düğümleniyordu.
    İçindeki bu sıkıntıyı biraz olsun def edip atmak için doğruca Hacı Mehmedin lokantısına uğradı, yukardaki odaşına çıktı; her zamanki gibi içkisi geldi bir iki bardak içti, şarap dahi ona bir tuhaf gelmişti..
    Bir ara duvarda asılı sazı aldı bir iki gezinti yaptı, çok sevdiği kendi zeybeğini çaldı, nafile!.. Yüreğindeki o sıkıntıyı bir türlü söküp atamadı.
    Sazı yerine astı, bir kadeh daha aldı, şöyle şehirden dışarı çıkıp belki açılırım diye düşündü ve tam kadehi başına kaldırıp yudumlarken kapının önünde bir gölge görür gibi oldu. Birden gözlerini oğuşturarak dikkatlice bakınca kapının önünde duranın Hacı İbrahim olduğunu farketmişti bu ne cüretti!.. Bu ne saygısızlıktı!..
    Artık ona dersini vermenin zamanı gelmişti. Birden kabzasını kavradığı topluyu iki el arka arkaya ateşledi, meyhanenin derin sessizliğini delen bu acı tabanca sesi arasında Hacı İbrahim sağ omuzunu tutarak:
    Ah anam yandım!
    diyerek masanın altına yığılmıştı. Yağcıoğlu namlusundan hala duman çıkan toplu tabancasını silahlığına soktu, işlemeli cemedamını omuzuna aldı, meyhanenin kapısından çıkmak üzere idi ki; işte ne olmuşsa o anda olmuştu. Koca yiğit, koca çınar dalı, Ankara'nın ünlü efesi, henüz otuz üç yaşında koç yiğit arkasından atılan üç kurşunla vurulmuştu.
    Bir an yerinde sarsıldı, sendeledi namert kurşun kalbini delmişti. Elini tekrar silahlığına attı amma, çekip çıkartmak için o kuvveti kendinde bulamadı. Gözü karardı, moraran dudaklarından sadece 'anam' kelimesi dökülebildi. Bir dağın heyelanı gibi dev vücudu oracığa yığılıverdi.
    Masanın altına yatan İbrahim ölmüş numarası yaparak, onu arkasından vurmuştu..
    Bu ünlü efeye, bu yiğit zeybeğe ağlamayan, yas etmeyen Ankaralımı kaldı!..
    Cenazesi kaldırılırken Erzurum ayağına insandan kale kurulmuştu. Çoluk çocuk, ihtiyar ardından dövündü, ağladı yas etti. Fakat o arkasında bir yiğitlik destanı ve üç körpe yavrusunu öksüz bırakıp gitmişti. Mekanı cennet olsun. İşte bu ünlü zeybeğin ağıtı.

     

    Ben bir Yağcıoğluyum tükenmez derdim
    Vilayetim Ankara mert oğlu merdim
    Otuz üç yaşımda toprağa girdim
    Vekilim Mustafa Fehmi evlat
    Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
    Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
    Çekin kır atımı nalbant nallasın
    Örtüverin bürüncüğümü sinek konmasın
    Beni öldürene bu dünya kalmasın
    Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
    Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
    Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
    Evimizin önü bir büyük bostan
    Yağcıoğlu vurulmuş dillere destan
    Her ana doğurmaz böyle bir arslan
    Azgın yara ilen giden Ahmedim
    Konma bülbül konma mezar taşıma
    Şu gençlikte ölüm geldi başıma
    Kahveden çıkdım başım selamet
    Meyhaneye vardım koptu kıyamet
    Üç körpe kuzum kime emanet
    Vekilim Mustafa Fehmi evlat
    Zeybeğim zeybeğim şanlı zeybeğim
    Karaşarın içinde ünlü zeybeğim
    Mezarımı Erzuruma katsınlar
    Üstünede tarihin atsınlar
    Vah
    Bir yiğit ölmüş desinler
    Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
    Erzurum çeşmeside horlaya horlaya akar
    Benim üç körpe kuzum yollara bakar
    Yağcıoğlunun ölümü çok canlar yakar
    Azgın yara ile giden Ahmedim
    Zeybeğim zeybeğim şanlı zeybeğim
    Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
    Kır atım ahırda bağlı kaldı
    Martinim duvarda asılı kaldı
    Üç körpe kuzumda ellere kaldı
    Vekilim Mustafa Fehmi evlat
    Ötme bülbül ötme mezarım başında
    Kara toprak sardı beni genç yaşımda

    Ankara yöresinde de halk müziği, halkın yaşam biçimini, duygu ve düşüncelerini yansıtır